“korkacak bir şey yok” cümlesi ile başlayan bir telefon konuşmasından sonra hayatımdaki her şeyin değişeceğini, doğru bildiğim bir çok konuda yanılacağımı, hayatımın en derin yarasını alacağımı ve bir daha hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağını tahmin etmemiştim. çünkü telefonun ucundaki ses aslında korkacak bir şey olmadığını söylemişti. hayatımdaki her şeyin tepe taklak olmasından mı korkmamalıydım? yoksa beni bu noktaya getirecek ve o telefon görüşmesini yaptıran durumdan mı korkmamalıydım? halbuki en büyük korkumun gerçekleşmeye başlamasıydı o telefon…
günün ilerleyen saatlerinde şehir değiştirip 3 aralık sabahında beklenmedik ikinci ameliyat için cam bir kapının önünde mavi kıyafetli herhangi birileri çıksın diye saatler geçirdikten sonra sayaç başladı. 1 gün… 2 gün… 3 gün.. 4… 15… 22… 36.. 55… tam 55 gün… güzel bir şeyler duyabilmek için dünyaları vereceğimiz, umut veren her cümleye tutunarak, ağlamaya başlayacak olsak ölümüne korktuğumuz her şey gerçekleşecekmiş gibi hissettiğimiz için ağlamaktan korkarak geçen 55 gün..
19 ocak saat 16:37 telefonun ekranında bir isim. eğitim ve araştırma hastanesi. aslında ne duyacağıma ilk kez emin olarak cevap verdiğim telefonda söylenen tek şey “buraya gelmelisiniz” bir kaç aramadan sonra saat 17:50 bir telefon daha. “hastanızın durumu ile ilgili ne biliyorsunuz? size söylediler mi? 1 saat önce kalbi durdu çok uğraştık ancak kurtaramadık. başınız sağ olsun.”
söylenen her cümleye kocaman umutlarımızı sığdırdığımız 55 günün ardından kendimi anneciğimin cenazesi için insanları ararken bulduğum 19 ocak tarihi… şahsımın miladı.
dünyayı terk ettiğimiz vakit geride kalan bedenlerin soğuk olduğunu çok duydum. ama insan hayatında daha soğuk bir şeye daha dokunabilir mi acaba? annenin cenazesine dokunurken hissettiğin o yokluğun verdiği soğukluğu sana hissettirecek başka bir duygu durumu var mıydı acaba dünya üzerinde? o soğuk odanın içinde bilemedim bu sorunun cevabını. 25 yıl boyu en büyük korkum olan duygu ile yüzleşirken aslında nasıl bir hayata adım atmak üzere olduğumu da bilmiyordum henüz.
küçükken çiçeklerle konuşan onları okşayarak seven, öldürdüğümüz karıncalara mezar yapan biriydim. herhangi bir sebepten ölmüş hayvanları gömerken ağlamaktan kendimi alamazdım. çiçeklerin varlığı hiç o kadar kötü mezarlarda hiç o kadar huzurumu barındırıyor gibi hissettirmemişti bana.
dayımın mezarın içine girip annemi yerleştirmesini izledim. hayatımda daha korkunç bir manzara ile karşılaşamayacağımı düşünürken mezarı kapatırlarken elime bir kürek verildi. sonrasında su dolu bir şişe… gözyaşlarımın arasından görmeye çalıştığım kadarıyla bir toprak birikintisinin üzerine çiçekler koyduk el birliği ile. sonra bir fotoğraf iliştirdik. derin anlamlar taşıyan 3 adet nar bırakıldı bir köşeye. başka bir tarafına minik bir oyuncak. küçüçük toprak birikintisinde onun cennet bahçesini yaratmaya çalışıyorduk sanki el birliği ile. o bahçenin her köşesine bir hatıra bırakıp mutlu olacağını diliyorduk.
o güzellikler arasında 164 diye numaralandırılmış toprak parçasının içinde annemi, sırdaşımı, her gün saatlerce telefonun ucunda olan o huzurlu sesi, tüm çocukluğumu, hayata karşı sahip olduğum tüm cesaretimi bırakarak, bundan sonra eve döneceğimiz günün hissettireceği acıyı tahmin etmenin korkusunu yanıma alarak ayrıldım..
ocaktan çayı hiç indirmediğimiz, insanların bize dair olması gereken bir kaç şeyin annemin göremediğini dile getirdikleri ağıtları dinlediğimiz, çaresizlik duygusunun yoğunluğundan belki de ağlamayı unuttuğumuz (ya da ağlamaya cesaret edemeyecek kadar güçlü görünmek zorunda hissettiğimiz), sanki bizden başka herkes daha çok acı çekiyor gibi hissettiğimiz bir kaç gün geçirdik.
sonra yeni bir korku ile yüzleşmeye karar vererek aslında annemin artık çok güzel bir hayat yaşaması gereken evine gittim. yıllarca erişteler, tarhanalar, yaprak sarmaları, mantılar yapıp satarak, tezgahtarlık yaparak kazandığı evine girmek zorundaydım. mabedimiz olacak ev ile yüzleştiğimde yanımda hiç kimse olmamalıydı. hiç kimse güçsüz olduğumu düşünmemeliydi. çünkü benim annem çok acılar çekmiş buna rağmen çok güçlü bir kadındı ve ben onun kızıydım. güçlü olmak ayakta durmak mecburiyetindeydim. kimse beni o evin şahane yemekler yapılan mutfağında ağlarken görmemeliydi. 2 gün geçirdim o evin içinde. hala buzluğunda anneciğimin yemekleri olan evde tek başıma 2 gün. toplamam gereken eşyalarla boğuştuğum 2 gün. hayat arkadaşını kaybetmiş babamı bu duyguyla yüzleştiremezdik. bende günler geçmesine rağmen içimden uğurlayamadığım annemi kıyafetlerini yeniden katlayarak uğurlamaya çalışıyordum. iyi bir yere gittiğine dair kendimi telkin etmeye çalışıyordum. annemsiz kendi kendime nasıl yetebileceğimi düşünüyordum.
hayatımızın en büyük kabusunu yaşıyorken hala içimizde başkalarının bize nasıl bakacağı, başkalarına dair sorumluluklarımız kafamızın içinde dolanırken güçlü olup annemize veda ediyorduk. halbuki biz onun minik yavrularıydık. neden güçlü olmak zorundaymışız gibi davrandığımızı anlayamadık prosedürler ve yabancıların ağıtları arasında. ama ortak kaybı yaşadığımız herkes için dimdik ayakta gözyaşı döküyorduk.
sonra olması gerektiği gibi hayatlarımıza, işlerimize döndük. prosedürlere uygun olması için uğraşmak zorunda olduğumuz kağıt işleri ile cebelleşmeye çalıştık.
hiç bir şey olmamış, hiç acı çekmemişim gibi işime dönüp başkalarının anlamsız gelen sorunları ile uğraşmaya başlayarak sonra da (son derece aptalca bulduğum sorunları) kendi sorunlarımmış gibi çözerek sonra da beni bu saçmalıkların içine düşürenlere gülümseyip onları telkin ederek hayatımın geri kalan zamanını öldürmeye çalışmaya başladım.
başkalarından duyarız ya hani ‘insan annesi gidince büyür’ gibi cümleler. hiç büyümüş gibi hissetmedim. aksine gittikçe küçülüyormuş gibiydim. yeterince küçülsem ve son derece çocuksu davransam gittikçe daha fazla belki, bulabilir miydim onu hayatımın bir noktasında. ya da çocukluğumun sokaklarında, bahçelerinde yeterince hızlı koşabilseydim geçmişe ulaşabilir miydim. annemin evinde biraz daha fazla annemin eşyaları ile vakit geçirmiş olsaydım bir noktada görebilir miydim onun suretini siluetini. uykuda daha fazla vakit geçirseydim mesela gelir miydi rüyalarıma beni görmeye ya da ben onu göreyim diye? ölümün kendisini inkar edecek olsam belki? belki de öbür dünyaya inanarak yeterince ibadet edip yeterince dua edecek olsam annemi karşıma çıkarır mıydı her şeye gücü yeten?
kendi kendime her şeyin üstesinden gelebilen bir kişiliğe sahipken baş edemeyeceğim en büyük acım ile baş edebilmem için güç veren bir ilah vardı. sanki ilginç bir güç ve sabır veriyordu ben kendim ile baş başa iken. ya da kendi hayatımın sorumluluklarını yerine getirirken. ne vardı annemi de geri verebilseydi? geri verebilseydi de ben bu denli yalnız olmak zorunda olmasaydım olmaz mıydı…
tüm bu düşüncelerin arasında akıl sağlığımı korumaya çalıştığım haftalar geçirdim. ve şimdi doğum günüm geliyor. annemsiz geçireceğim ilk özel günüm. bundan sonra tüm özel günlerde hissedeceğime emin olduğum burukluğu bir yana bırakacağım ve anneciğimin geride mutsuz çocuklar bırakmadığını kanıtlamaya çalışıyor gibi eğleneceğim ve mutlu olacağım.
annem için annemin yokluğuna üzülmüyor gibi davranıp her günümü mutlu ve huzurlu geçireceğim. günün sonunda o burukluk gönlümü yakıp kavururken zihnimi susturmaya çalışarak daldığım rüyalarda annemi arayacağım… ve eminim ki beni doğurduğu saatte uykuda olmayı başarırsam o saati kaçırmamaya özen göstererek rüyalarımda buluşacak benimle.
seni iyi ki doğurdum kızım diyecek…