2 ARALIK 2022 bir telefon…

“korkacak bir şey yok” cümlesi ile başlayan bir telefon konuşmasından sonra hayatımdaki her şeyin değişeceğini, doğru bildiğim bir çok konuda yanılacağımı, hayatımın en derin yarasını alacağımı ve bir daha hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağını tahmin etmemiştim. çünkü telefonun ucundaki ses aslında korkacak bir şey olmadığını söylemişti. hayatımdaki her şeyin tepe taklak olmasından mı korkmamalıydım? yoksa beni bu noktaya getirecek ve o telefon görüşmesini yaptıran durumdan mı korkmamalıydım? halbuki en büyük korkumun gerçekleşmeye başlamasıydı o telefon…

günün ilerleyen saatlerinde şehir değiştirip 3 aralık sabahında beklenmedik ikinci ameliyat için cam bir kapının önünde mavi kıyafetli herhangi birileri çıksın diye saatler geçirdikten sonra sayaç başladı. 1 gün… 2 gün… 3 gün.. 4… 15… 22… 36.. 55… tam 55 gün… güzel bir şeyler duyabilmek için dünyaları vereceğimiz, umut veren her cümleye tutunarak, ağlamaya başlayacak olsak ölümüne korktuğumuz her şey gerçekleşecekmiş gibi hissettiğimiz için ağlamaktan korkarak geçen 55 gün..

19 ocak saat 16:37 telefonun ekranında bir isim. eğitim ve araştırma hastanesi. aslında ne duyacağıma ilk kez emin olarak cevap verdiğim telefonda söylenen tek şey “buraya gelmelisiniz” bir kaç aramadan sonra saat 17:50 bir telefon daha. “hastanızın durumu ile ilgili ne biliyorsunuz? size söylediler mi? 1 saat önce kalbi durdu çok uğraştık ancak kurtaramadık. başınız sağ olsun.”

söylenen her cümleye kocaman umutlarımızı sığdırdığımız 55 günün ardından kendimi anneciğimin cenazesi için insanları ararken bulduğum 19 ocak tarihi… şahsımın miladı.

dünyayı terk ettiğimiz vakit geride kalan bedenlerin soğuk olduğunu çok duydum. ama insan hayatında daha soğuk bir şeye daha dokunabilir mi acaba? annenin cenazesine dokunurken hissettiğin o yokluğun verdiği soğukluğu sana hissettirecek başka bir duygu durumu var mıydı acaba dünya üzerinde? o soğuk odanın içinde bilemedim bu sorunun cevabını. 25 yıl boyu en büyük korkum olan duygu ile yüzleşirken aslında nasıl bir hayata adım atmak üzere olduğumu da bilmiyordum henüz.

küçükken çiçeklerle konuşan onları okşayarak seven, öldürdüğümüz karıncalara mezar yapan biriydim. herhangi bir sebepten ölmüş hayvanları gömerken ağlamaktan kendimi alamazdım. çiçeklerin varlığı hiç o kadar kötü mezarlarda hiç o kadar huzurumu barındırıyor gibi hissettirmemişti bana.

dayımın mezarın içine girip annemi yerleştirmesini izledim. hayatımda daha korkunç bir manzara ile karşılaşamayacağımı düşünürken mezarı kapatırlarken elime bir kürek verildi. sonrasında su dolu bir şişe… gözyaşlarımın arasından görmeye çalıştığım kadarıyla bir toprak birikintisinin üzerine çiçekler koyduk el birliği ile. sonra bir fotoğraf iliştirdik. derin anlamlar taşıyan 3 adet nar bırakıldı bir köşeye. başka bir tarafına minik bir oyuncak. küçüçük toprak birikintisinde onun cennet bahçesini yaratmaya çalışıyorduk sanki el birliği ile. o bahçenin her köşesine bir hatıra bırakıp mutlu olacağını diliyorduk.

o güzellikler arasında 164 diye numaralandırılmış toprak parçasının içinde annemi, sırdaşımı, her gün saatlerce telefonun ucunda olan o huzurlu sesi, tüm çocukluğumu, hayata karşı sahip olduğum tüm cesaretimi bırakarak, bundan sonra eve döneceğimiz günün hissettireceği acıyı tahmin etmenin korkusunu yanıma alarak ayrıldım..

ocaktan çayı hiç indirmediğimiz, insanların bize dair olması gereken bir kaç şeyin annemin göremediğini dile getirdikleri ağıtları dinlediğimiz, çaresizlik duygusunun yoğunluğundan belki de ağlamayı unuttuğumuz (ya da ağlamaya cesaret edemeyecek kadar güçlü görünmek zorunda hissettiğimiz), sanki bizden başka herkes daha çok acı çekiyor gibi hissettiğimiz bir kaç gün geçirdik.

sonra yeni bir korku ile yüzleşmeye karar vererek aslında annemin artık çok güzel bir hayat yaşaması gereken evine gittim. yıllarca erişteler, tarhanalar, yaprak sarmaları, mantılar yapıp satarak, tezgahtarlık yaparak kazandığı evine girmek zorundaydım. mabedimiz olacak ev ile yüzleştiğimde yanımda hiç kimse olmamalıydı. hiç kimse güçsüz olduğumu düşünmemeliydi. çünkü benim annem çok acılar çekmiş buna rağmen çok güçlü bir kadındı ve ben onun kızıydım. güçlü olmak ayakta durmak mecburiyetindeydim. kimse beni o evin şahane yemekler yapılan mutfağında ağlarken görmemeliydi. 2 gün geçirdim o evin içinde. hala buzluğunda anneciğimin yemekleri olan evde tek başıma 2 gün. toplamam gereken eşyalarla boğuştuğum 2 gün. hayat arkadaşını kaybetmiş babamı bu duyguyla yüzleştiremezdik. bende günler geçmesine rağmen içimden uğurlayamadığım annemi kıyafetlerini yeniden katlayarak uğurlamaya çalışıyordum. iyi bir yere gittiğine dair kendimi telkin etmeye çalışıyordum. annemsiz kendi kendime nasıl yetebileceğimi düşünüyordum.

hayatımızın en büyük kabusunu yaşıyorken hala içimizde başkalarının bize nasıl bakacağı, başkalarına dair sorumluluklarımız kafamızın içinde dolanırken güçlü olup annemize veda ediyorduk. halbuki biz onun minik yavrularıydık. neden güçlü olmak zorundaymışız gibi davrandığımızı anlayamadık prosedürler ve yabancıların ağıtları arasında. ama ortak kaybı yaşadığımız herkes için dimdik ayakta gözyaşı döküyorduk.

sonra olması gerektiği gibi hayatlarımıza, işlerimize döndük. prosedürlere uygun olması için uğraşmak zorunda olduğumuz kağıt işleri ile cebelleşmeye çalıştık.

hiç bir şey olmamış, hiç acı çekmemişim gibi işime dönüp başkalarının anlamsız gelen sorunları ile uğraşmaya başlayarak sonra da (son derece aptalca bulduğum sorunları) kendi sorunlarımmış gibi çözerek sonra da beni bu saçmalıkların içine düşürenlere gülümseyip onları telkin ederek hayatımın geri kalan zamanını öldürmeye çalışmaya başladım.

başkalarından duyarız ya hani ‘insan annesi gidince büyür’ gibi cümleler. hiç büyümüş gibi hissetmedim. aksine gittikçe küçülüyormuş gibiydim. yeterince küçülsem ve son derece çocuksu davransam gittikçe daha fazla belki, bulabilir miydim onu hayatımın bir noktasında. ya da çocukluğumun sokaklarında, bahçelerinde yeterince hızlı koşabilseydim geçmişe ulaşabilir miydim. annemin evinde biraz daha fazla annemin eşyaları ile vakit geçirmiş olsaydım bir noktada görebilir miydim onun suretini siluetini. uykuda daha fazla vakit geçirseydim mesela gelir miydi rüyalarıma beni görmeye ya da ben onu göreyim diye? ölümün kendisini inkar edecek olsam belki? belki de öbür dünyaya inanarak yeterince ibadet edip yeterince dua edecek olsam annemi karşıma çıkarır mıydı her şeye gücü yeten?

kendi kendime her şeyin üstesinden gelebilen bir kişiliğe sahipken baş edemeyeceğim en büyük acım ile baş edebilmem için güç veren bir ilah vardı. sanki ilginç bir güç ve sabır veriyordu ben kendim ile baş başa iken. ya da kendi hayatımın sorumluluklarını yerine getirirken. ne vardı annemi de geri verebilseydi? geri verebilseydi de ben bu denli yalnız olmak zorunda olmasaydım olmaz mıydı…

tüm bu düşüncelerin arasında akıl sağlığımı korumaya çalıştığım haftalar geçirdim. ve şimdi doğum günüm geliyor. annemsiz geçireceğim ilk özel günüm. bundan sonra tüm özel günlerde hissedeceğime emin olduğum burukluğu bir yana bırakacağım ve anneciğimin geride mutsuz çocuklar bırakmadığını kanıtlamaya çalışıyor gibi eğleneceğim ve mutlu olacağım.

annem için annemin yokluğuna üzülmüyor gibi davranıp her günümü mutlu ve huzurlu geçireceğim. günün sonunda o burukluk gönlümü yakıp kavururken zihnimi susturmaya çalışarak daldığım rüyalarda annemi arayacağım… ve eminim ki beni doğurduğu saatte uykuda olmayı başarırsam o saati kaçırmamaya özen göstererek rüyalarımda buluşacak benimle.

seni iyi ki doğurdum kızım diyecek…

zamanında ötesiymiş meğer…

zihinlerimizin derinliklerine kazınmış olan o mükemmel anılar hatırına bir kaç filmi beraber izlemeye dair verilmiş sözlerin bir noktada tutulabilmesine olanak sağlayabilmesini bekledim hayattan yıllarca. kısacık ömrümün bir noktasında içimde ukte kalan o potansiyel anıları yaşayabilmek adına birbirini izleyen günler, mevsimler geçirdim. ömrümüzden ömür götürüyormuş gibi hissettiren mevsimler. sanki zaman geçmiyormuş gibiydi. üzerine derinliklerimi inceleyip düşününce fark ettim; geçip giden mevsimlerle birlikte içimden bazı parçalarda koptu gitti. o sözlerin tutulma ihtimaline dair umutta o parçama eşlik etti…

artık o filmi birlikte izlemek ya da o kahveyi içebilmek için bulunacak olan fırsatlar değerlendirilmeyecek bile. artık hatırımızdaki anıların hissettirdiği tek şeyin boşluk olduğu noktada birlikte film izlemenin hissettireceği huzursuzluk “ne olursa olsun geride güzel şeyler kaldı hatırımızda” diyebildiğimiz anılara saygısızlık olacak. aslında çok önceden geride bırakılmış olması gereken o küçücük umudu artık tamamen yok etme zamanı… artık geçmişimin en güzel yanı için geleceğimin hiç bir noktasında yer kalmadı.

geçmişimi geleceğime koyamazmışım meğerse… öğrenebilmem, idrak edebilmem mevsimlerce sürdü..

geçmişten gelenler…

bitmiş gitmiş sanılan, uğruna zor zamanlar geçirilmiş, acısı çekilmiş ve hatta geçmiş arada bir hatıra o düşen anılar, ilişkiler ve insanlar… bazen sadece iyi kötü geçen zamanlar hatırlanır bazen de insanlar çıkagelir bir yerlerden… bazen sadece bir mesaj ile bazen uzaklardan gelen bir haber ile bazen -minicikmiş gibi hissettiren- dünyanın üzerinde beklenmedik bir ara sokakta anıların sahibi ile. ne şekilde olduğu önemsiz o geçmişte kaldı sandıklarımız ile karşılaşıyoruz bazen… karşılaştığımızda sanki hiç geçmemiş gibi hissettiriyor o küçücük an ve bugünümüze ya da geleceğimize dair her şeyi değiştirebiliyor bazen. bir dönüm noktası gibi. o geçmiş ile karşılaştığımızda yaptığımız o seçimlerden oluşuyor belki de hayatımız.

aslında karşımıza tekrar tekrar çıkanlar geçmişte tam olarak bırakamadıklarımız. arada sırada aklımızı ya da kalbimizi yoklayan o küçük şeyler bizim yarıda kalanlarımız, belkilerimiz, keşkelerimiz… yaşansaydı / yaşanmasaydı ne olurdu diye düşündüklerimiz… geçmişte kaldığını zannedip orada bırakamadığımız. sırf bu sebeplerden ötürü o sokakta yanından geçip gidemeyiz, o mesajı cevapsız bırakamayız, aklımıza gelen o anıyı bütün gün düşünürüz ve kalbimizdeki o sızıyı görmezden gelemeyiz.

işte seçimler de tam bu noktada yapılıyor. aslında geçmişte kaldıklarını kabullenmemiz gereken noktada. mesajlar cevapsız kalmalı, o sokaktan geçilip gidilmeli, dolabımızda sakladığımız o küçücük hatıra çöpe gitmeli, telefondan o numara silinmeli. yoksa o geçmişte kalmaya devam edeceğiz. yoksa imkansız olsa da her sokakta karşılaşacağız, telefonumuz hep meşgul olacak… ve hep “nasıl olsa” olacağız! geride bırakamayacak kadar değer verdiğimiz anıların baş kahramanlarının “nasıl olsa”sı olmayı kendimize reva göreceğiz.

bunu hak etmediğimi düşünerek bugün o numaraları, fotoğrafları siliyorum. dolabımdaki hatıralardan kurtuluyorum. ve bundan sonra bütün sokaklardan sadece geçip gidiyorum. çünkü GEÇMİŞTE KALANLARI BUGÜNÜMÜZDE GEÇMİŞTE OLMASI GEREKTİĞİ GİBİ YAŞAYAMAYIZ YA DA O GEÇMİŞİ BUGÜNE REVİZE EDEMEYİZ. GEÇMİŞ GEÇMİŞTE GÜZELDİ. GELECEĞİ ORADA BULAMAYIZ. bunun bilincine varmış olarak bugünden itibaren hayatımda sadece yeni olanlara yer açıyorum…

BEN SENİ NEDEN Mİ SEVDİM?

Ben seni bir okyanusun derinliğinde buldum da sevdim
Parlak bir inciydin benim için
Paha biçilmez bir inciBen seni soğuk ve yağmurlu bir günde
Seni düşünürken gülüşündeki sıcaklığın içime dolup da
Beni sardığı bir anda sevdim
Seni sadece selvi boyun, siyah saçların yada kara gözlerin
Güzel bir yüzün var diye değil
Fikirlerinle, konuşmandaki güzelliğin ve benim o kor halde yanan yüreğimle sevdim
Ben seni derinden ve hissederek sevdim
Her kalp atışımda vücudumun dört bir kösesine yayıldığını
Beni sardığını her nefes alışımda ciğerlerime işlediğini bilerek sevdim
Seni kış gecelerinin o soğuk yatağında birlikte uyuyup beni ısıttığın
Yaz sıcağında uyuyamayıp sıkıntılarım olduğun
Ve rüyalarımda buluştuğumuz gecelerde sevdim
Seni ellerinden
tutup kanımın kaynadığı
Kalbimin yerinden fırlayacağını hissettiğim anlarda
O ıslak dudaklarınla beni sevdiğini söyleyeceğin anları düşünerek sevdim
Ben seni o sensiz anlardaki bos ve değersiz geçen dakikalarda
Kayıp zamanlarımızda, seni arayıp bulamadığım
Çaresizlik içinde olduğum,içki sofralarını dost bildiğim anlarda sevdim
Sen ne kadar uzak olsan da,
Aramızdaki kilometreler nasıl çoksa
Bende seni o kadar yoğun ve o denli çok sevdim
Seni kalbimde yanan ateşin ile
Zihnimde oluşan hayallerin o ay parçası çehrenle
Bana derinden bakan o gözlerindeki ışıltıyı göreceğim anları beklerken
Kalbimin yanıp tutuştuğu anlarda
Gelip o bu ateşi alevlendirerek
Bana sarılarak beni sevdiğini söyleyeceğin anları düşünerek sevdimKorkuyorum!
Hak ettiğin mutluluğu sana verememekten korkuyorum.
Seni beni sevdiğinden fazla sevememekten korkuyorum.
Senin sevgine layık olduktan sonra başkaları tarafından o sevgiyi kaybetmekten korkuyorum.
Seni kazandım derken kaybetmekten korkuyorum.
Aramızdaki maneviyat haricindeki uçurumlardan korkuyorum.
Senin kalbini daha fazla kırmaktan korkuyorum.
O temiz ve masum gözyaşlarını daha fazla akıtmaktan korkuyorum.Evet, korkuyorum;
seni kaybetmekten, seni daha fazla üzmekten…
Sana kendimi ifade edememekten korkuyorum.
Yada yanlış anlaşılmaktan korkuyorum.
Uçurumun kenarında yalnız kalmaktan korkuyorum.
Dostluğuna doyamadan uluorta yalnız kalmaktan korkuyorum.
Yüreğimdeki o ince sizinin bir gün çoğalmasından ve beni sarmasından korkuyorum.
Sevgi denen güzelliğinin bir gün beni terk etmesinden korkuyorum.
Dostluğun ölüp yerine nefretin yeşermesinden korkuyorum.Korkuyorum evet;
seni kaybetmekten ve seni daha fazla üzmekten…
Bir çiçek misali ne ellemeye nede koparmaya kıyamıyorum uzaktan seyrediyorum çünkü
Seni daha fazla incitmekten korkuyorum.
Ömründe yaşadığın mutluluğu huzuru sana yaşatamamaktan korkuyorum.
Sana kalbimden fazlasını verememekten korkuyorum.
Sonunda sana gözyaşından başka bir şey bırakamamaktan korkuyorum.
Seni sevmekten değil;
dostluğunu suiistimal etmekten,
Seni kaybetmekten ve değerini bilememekten ve Yüce Rabbime hesap verememekten korkuyorum.
Belki de çok fazla korkuyorum…

ÇÜNKÜ BEN iLK DEFA SEVİYORUM…

~ATTİLA İLHAN~

last christmas, I gave you my heart.. but the very next day you gave it away.

bu sene kalbimizi buna değecek olan insanlara vermeyi seçebiliriz umarım… tanıdığım ya da tanımadığım herkes için temennim budur. herkes neyi ne kadar hak ediyorsa….

“geberiyorum aşkından”

cümleler sıraladım sayfalarca yine. dayanamadım, tutamadım içimden artık çıkmak için çırpınanları. 15 aydır -haykıra haykıra söylenilmesi gerektiği halde- saklanan her duyguyu yazdım… aşkından geberiyorum demenin onlarca yolu vardı. alenen bunu ima edenlerin yanında derinliklerinde saklayan onlarca cümle sıralandı peş peşe… bazılarında o kadar derinlerdeydi ki bu anlamlar… -kendisini anlatmaya kalksa kelimeleri en mükemmel haliyle şekillendirebilecek adam- göremedi asıl anlatmak istediklerimi… başkalarına karşı bu denli kördür belki de, belki de sandığımdan fazlasını görüp dışa vurmamıştır kim bilir… belki de cümlelerin anlamları arasında saklayıp bulunmasını beklediğim o cümleyi yazmalıydım sadece, defalarca kez hem de… “GEBERİYORUM AŞKINDAN…”

(temsili) pasta rengarenk olacak demişken..

rengarenk bir pastanın temsil edeceği 2021 ne renk olacak hiç düşündük mü, ne tarz duygular düşünceler uyandıracak…? fallar, burçlar, şamanlar, dinler, öngörü rüyaları, kahinler… inandığım ya da inanmadığım her şeyin benim için iyi olacağını söylediği bu yıl, renkleri göremeyeceğim kadar karanlık olursa -henüz sadece 23 yılını yaşadığım hayatımda- bir daha her hangi bir umuda bağlanma ihtimalim kalır mı acaba… henüz yolun ‘muhtemel’ yarısına bile gelmemişken…

2020-…1 :)

Son birkaç gün kala buralar geldi aklıma. 1 seneden fazla oldu yazmayalı. Yazamayalı. Gönlümden gelen kelimelerin kaynağı tükenmişti sanki bu yıl… önce mutluluktan sonra peşi sıra gelen hayal kırıklıklarından belki de…

2019 için farklı anlamlardan güzel duygulardan ya da hatırlamak bile istemeyeceğimiz anlardan bahsedebilmiştim… dolu doluydu… 2020 hepimizin zihnine ‘lanetli bir yıl’ diye kazındı. Keza benim zihnime de aynı şekilde… halbuki 2020 ye girmeden önce ne çok umut vardı ne çok dilek diledik… Bulduğumuz; hastalık, işsizlik (dolayısıyla parasızlık), maskeler, sokağa çıkma yasağına kadar varan engeller kurallar… hepimiz için aynı zorluklarla doluydu bu sene.

işte bunlar yüzünden 2021 den bir şey dilemiyorum. Kocaman umutlar olmadan, hayaller kurmadan, tamamen beklentisiz karşılayacağım bu seneyi ben. Hatta her şeyin 2020 den daha kötü olabileceği ihtimalini hesaba katarak… hayatımda ilk kez bu döngünün başlangıcında dileklerimi yazdığım kağıtlarla ya da hayatım için yaptığım planlarla uğraşmıyorum. Çünkü her sene olduğu gibi bütün sene gördük ki hayat asla bizim planlarımıza göre ilerlemiyor. O planlar için vakit kaybetmek yerine ‘hayat beni nereye sürüklerse sürüklesin hazır olabilmek’ için harcıyorum çok değerli olan vaktimi. Her ihtimale oynuyorum. Beklentisiz… ama işimi şansa bırakmamak için elimden geleni yaparak…

Kocaman umutlar, hayaller, beklentiler olmadan karşılıyorum bu seneyi. Yapacağım tek şey.. çam ağacı şeklinde ‘yılbaşı’ ruhunu yaşayabileceğim bir pasta.. rengarenk… maksat yaparken eğlenmek 😊 tek plan bu 😊 alkol ve yılbaşı temalı bir ziyafet 😊

geçmişten 2020 ye..

2019 bitiyor…

bu senenin herkes için farklı anlamlar taşıdığının gayet tabii farkındayım.
bazılarının yeni başlangıçlar yapabildiği, bazılarının her şeyin sonuna geldiği, bazılarının büyük vedalar etmek zorunda kaldığı, bazılarının sevgiye bazılarının nefrete büründüğü… hayal kırıklıklarıyla, yoğun duygularla, belki de ilk kez hissedilen duygularla, belki de tamamen hissizliğe bürünüşümüzle dolu koskoca bir yıl…
iyiler, kötüler, kalanlar, gidenler… ve kırık kalpler.. sanki hiç geçmeyecekmiş gibi hissettiğimiz o boktan duygu.. ya da çabucak bitecek diye ölümüne korktuğumuz o şahane an…

yazdığım her kelimeyle kafamızda canlanan o acı tatlı anılar.. 2019 onlarla hayatımızda yer edinecek işte.. belki de okuyacağımız her cümlede, internette karşımıza çıkan her fotoğrafta, ya da boş bir sokakta yürürken bile içimizi kemirecek o duygular biraz..

benim bu sene yaptıklarıma dair keşke yapmasaydım dediğim hiç bir şey yok.. her birini yeniden yapardım. tekrar tekrar.. inatla… çünkü aldığım her karar çok güzel anlar yaşamama vesile oldu.. yine giderdim.. yine aşık olurdum. yine borcum olurdu. yapmak istediğim içmek istediğim her şeyi yeniden yapardım..

ama konu yapamadıklarıma geldiğinde.. işte o noktada hepimiz bir iç çekiyoruz.. veda etmek zorunda kaldığımız o insanın peşinden gidememiş olmak.. imkanlardan ya da korkulardan ötürü.. ya da umutsuzluğumuzdan ötürü.. sevdiğimiz kişiye cesurca sevdiğimizi söyleyememiş olmak.. korkular, imkanlar, umutsuzluk.. onunla yaşamak imkanımız olmasına rağmen yaşamadığımız o güzel anlar.. korkular.. imkanlar.. umutsuzluk.. kaybetme korkusunun esiri olduğumuz için sahip olma ihtimalinden kaçıyor oluşumuzun verdiği acıyla yaşayacağız.. halbuki biraz umuda sahip olsaydık neler neler başarırdık sevmek ve sevilmek üzerine..

yeni bir yıla girerken hayalini kurduğumuz o yeni başlangıçlar var ya.. onların hiç birisi olmayacak işte. küçük değişiklikler dışında elde edebileceğimiz hiç bir şey olmayacak.. o başlangıçların aptal filmlerden öğrendiğimiz o umut denen şey yüzünden hayalini kuruyoruz. ancak hiç birimiz gişe rekorları kıran romantik komedilerin içerisinde yaşamıyoruz takdir edersiniz ki… yapabileceğimiz tek şey geçmişimizden ders almak ve ona göre hareket etmek..

gitmek istediğimiz her yere giderek,
yemek istediğimiz her şeyi yiyerek,
sevdiğimiz herkese sevgimizi haykırarak,
ve veda etmek istemediğimiz insanlara o vedayı etmemek için çabalayarak..
sevdiğimiz kişinin bir başkasının koynunda uyuyor olduğunu öğrendiğimizde onu hayatımızdan tamamen çıkarma cesaretine sahip olarak……..

bu sene yapacağımız şey şu.. mutlu olma ihtimalimiz varsa o ihtimal üzerine tüm bahisleri oynuyoruz. ve bizi mutsuz eden şey ne olursa olsun sonuçlarını önemsemeden kesip atıyoruz.. bu sene kendimiz için yaşıyoruz sadece..

ben her kasımda öğrendim     biraz daha sağlam adımlar atmayı..

şarkının sözleri bu şekilde seyir ediyor.. bu kasım çok başka ancak.. büyük bir aşkı yakıp kül etmeye çalışarak geçiyor bu kasım.. bu konuda ne kadar başarılı olduğum üzerine konuşacak olursak..

o büyük aşkın sonbahar yaprakları arasında yanındaki kadınla orman gezileri yapışının videolarını izleyip onu takip etmeyi asla bırakamayıp, elbet bir gün yanındaki kadından sıkılacak belki de o zaman yanında ben olacağım gibi dünya üzerinde ki belkide en boktan umuda bel bağlamış ve salak hayaller kurarak asla kendime dur demediğim bir dönem içerisinde duygusal acımın fiziksel hastalıklara dönüşüyor oluşundan sitem ediyorum. haa.. sitemim duygularıma değil. fiziksel yaşadıklarıma.. öyle bombok bir durum içerisindeyim işte.

mutsuz olma ihtimalinden ölümüne korktuğum adamın mutluluğunun bu denli acı veriyor olmasının ironikliğinin yanı sıra onun gözlerinde gördüğüm o mutlu bakış bana yaşadığım o boktan duyguları yoksaydırıyor.. gözlerinin içi o denli parladığı sürece ne kadar kötü hissettiğimin hiç bir önemi yok sanki..

ne çok sevmişim demek ki.. hayatımda hiç kimseyi sevmediğim gibi diyecek olsam çok saçma bir benzetme yapmış olurum. çünkü 22 yıllık hayatımda ilk kez birine aşık olduğumun bilincindeyim. hayatıma girip jet hızında çıkan onca insandan sonra.. hiç beklemediğim birinde o aşkı bulmuş ve çok derin vedalar etmek zorunda kalarak kaybetmiştim. dolayısıyla o cümlenin gibisi çok yersiz olacaktı..

bu hayatta hiç kimsenin gidişine bu denli gözyaşı dökmedim. şuan bana 1940 km uzatlıkta olan bir adam için aylardır gözyaşı döküyorum. bundan ötesi hiç olmadı. ve geriye kalmış olan muhtemel 50 yıllık hayatımda bundan ötesi olur mu.. bu denli heyecanlı ve kendimi önemsemeyecek kadar çok sevebileceğim birisi.. umarım olur. ancak hiç umudum olmadığı düşünülürse..kendimden bile umudumu kesmiş olduğumu bilerek yaşayacağım uzunca bir hayat..

yine de belki bir gün diye düşünmek bir nebze iyi hissettiriyor.. çaresizce..